Bitmeyecek bir salgın türü.
Salgın yönetimleri, dünyanın her yanında insanların belli davranış kalıpları içinde olmalarını istiyor. Kişilerden kendilerini, başkalarını, , korumaları adına talep ediliyor bunlar. Önce, kişiden özgürlüğünü kendi iradesiyle sınırlaması isteniyor. 0lmadığında önlemler geliyor. Toplumlarda,önlemleri umursamayanlar bulunduğu gibi bunlara kararlılıkla uymak istemeyenler de çıkıyor. Yönetimler bu kez, yaptırımlara başvuruluyorlar. Ama,yaptırımlar kimilerince bireysel özgürlüklere saldırı gibi algılanabiliyor.. O zaman da, umursamazlık olgusu, bireysel olma özelliğini aşarak, totalitarizm karşıtı örgütlenmelere benzer yapılara doğru yayılmaya başlıyor. Umursamazlık organize oluyor. Hatta siyasal kimliğe bürünmeye çalışıyor. İçinde radikal uçlar dolaşmaya başladığında ise karmaşa daha da artıyor. Virusun biyolojik yönden oluşturduğu belirsizlik ortamına, bir de sosyal yapıda kafa karışıklığı ve onun getirdiği karmaşa ekleniyor.
Sosyal davranışların temelinde bireylerin özgür seçimleri yatar. O nedenle, bireyin bu davranışlarını haklı-haksız olarak yargılamadan, ya da onları cahillikle, aymazlıkla, nitelendirmeden önce, "Özgür irade" kavramının ne olduğuna bakan birkaç söz söylemekte yarar var.
Geçmişte, dinbilim ve felsefe kapsamında bireyin özgür iradesinin olup olmadığı çok tartışılmıştı. Son iki yüzyıldaki bilimsel gelişmeler konuya, dinbilimin tarihsel retoriği dışına çıkma cesaretini vermedi.
Ne var ki, "Eylemlerimizin ne kadarı özgür irademize bağlıdır", ya da, "Davranışlarımızı özgür irademizle gerçekleştiremiyorsak, özgür olduğumuz yanılsamamızın kaynağı nedir" tarzındaki sorular, Benjamin Libet adlı fizyoloğun 80 li yillarda yaptığı bir bilimsel deney sonrasında tekrar gündeme geldi. Bu araştırıcı, insan deneklerde yaptığı çalışmada, bir eylemi gerçekleştirmeden önce deneğin beyinlerinde başlayacak olan elektirik aktivitesinin hemen öncesinde, başka bir aktivitenin varlığını saptadı. Bu bulgu, insanın özgür iradesinin olup olmadığı sorgulamasını güncellediği için, özellikle gizemci düşünüş meraklılarınca çok sevildi; ama bilimsel geçerliliği üzerine bir uzlaşı bugüne kadar elde edilemedi. Öyle olduğu için de, bireyin eylemlerinin onun kendi iradesi dışında, gizemli bir başka 'olay-bulgu'dan kaynaklandığı iddia etmek. gerçek dışı olarak kaldı. Böylesi bir kabullenişle, birey, toplum ve düşüncenin karşılıklı hareketlerini, karşılıklı ilişkilerini anlayabilmek mümkün değildi zaten. Seçimlerimizi, özgür irademiz dışında meydana gelmiş gibi yorumlayıp, bir de ona."bilimsel" kılıf giydirmeye çalışmak hiç akıllıca değildi.
Sorumluluk bireylerin kendinde oluyor özetle.
O halde, "özgür iradenin aslında özgür olmayabileceği" gibi varsayımları bir tarafa bırakıp, önce şu salgın döneminde kimi bireylerin aşı dahil, salgını kırmak için alınacak önlemleri ve başka çabaları, başkaldırırcasına reddeden bir tutum içinde oluşlarını nasıl yorumlayabilmeliyiz?
Biyolojik yapımızı hedef alan Virüs salgınında, sağlıkçılar kendilerini telef ederek savaşmaya devam ediyorlar.
O halde, biyolojik yapımızdan kaynaklanmadığı halde virusun yıkıcı etkisini artıran, onunla eşgüdümde olan. "umursamazlık salgını" nedir, kimlerden kaynaklanır, onunla nasıl başedilir.? gibi sorular da sırada olmalı.
Organize olsun olmasın temelinde "bireysel umursamazlık" yatan bu başkaldırı yaygınlaşması, Frankfurt Okulu'nun "olumsuz diyalektik" dediği türden, adeta toplumsal gelişmelerin nesnel bağlantıları ve yasaları dışında kalan, bir "yıkımsal bir edim" olarak da tanımlanan, özne patlayışı mıdır? Yoksa, Marcuse'vari, sonuçsuz kalacağı baştan belli olmasına rağmen, "üçüncü güç" çağrısına cevap niteliğindeki, "sürekli başkaldırı"nın görüntüsü müdür? Ya da başka türden bir sosyal olgu mudur? sorularına cevap aramalı. Yeri gelmişken, bu tip çıkışların modernizmin eleştirisinde kullanılıp, onun aşılarak postmodernizmin yapılandırılması için, basamak olarak kullanıldığının hatırlanmasında yarar var.
Sözde değil de, gerçek "Bilimsel Maddeci" düşünüş , Toplumsal varlığı, toplumun maddi yaşam süreci olarak kabul eder. Toplumsal bilinç'i ise, toplumun maddi olmayan yaşam süreçleri olarak bilir. Toplumsal varlık ile toplumsal bilinç arasında diyalektik bağ oluşmuştur o nedenle. Bütünü oluşturacak karşıtlıklardır bunlar.
Salgın döneminde görüldüğü gibi, toplumun kendi maddi varlığını korumaya dönük bilimsel çarelerin karşısında yer alan, başkaldırmaya benzer bireysel dediğimiz bilince bağlı davranışlar ile.toplumsal dediğimiz bilinç arasındaki çelişki belirginleşir.. Buna, günümüz felsefesinin ve sosyal bilimlerinin kapsamlı bir yorumu olmadı henüz.
Salgının belirli sosyoekonomik toplum katmanlarında daha kırıcı olduğuna bakarak, ekonomiyi ve toplumdaki üretim ilişkilerini temel alan yorumlar da, bilinen saptamaların ötesinde işe yarar bir görüş getiremedi.
Ama zaten bu karmaşık konuyu aydınlatacak yolları, epeydir kendimize kapatmıştık.
Neden mi?
Klişe gibi olsa da, demeye çalışalım.
*Herşey Berlin duvarı yıkılmasıyla başladı".
Aslında toplum olaylarindaki çelişkilerin, diyalektik yöntemle, bilimsel maddeci felsefeye yaslanarak incelenişi duvar öncesinde gözden düşürülmeye başlanmıştı. Sonrasında ise, postmodern denen felsefeden beslenen görüşler dışında pek bir şey kalmadı ortalıkta. Toplumsal olayların arkasında konuşlandırılması istenen türden felsefe ise, bilimselliğini, nesnelliğini tutarlılığını inanılırlığını yitirdi; adeta gereksiz kılındı. Olaylarla ilişkili süreçleri tek bir açıklama kalıbına sığdırma anlayışı, giderek yaygınlaşmıştı. Küresel sermayenin dayattığı değerlerin dışındaki değerler, düşman ilan edilmişti. Bu ortamda Bireyselliğin dışındaki görüşler de, modernitenin genellemeciliğini, tektipleştiriciliğini hatırlattığı gerekçesiyle dışlandı. Bireyselliğin yüceltildiği başka tektipleştirmeler yükselen değerler yapıldı. Bu yönüyle içinde yaşadığımız dönem, artık "yeni ortaçağ" olarak adlandırılıyor haklı olarak.
Böylesi bir ortam, iki olumsuzluk getiriyor. Bir yandan umursamazlık gibi davranışları, bireysellik adına meşrulaştırırken, öte yandan, bundan etkilenecek toplumsal dokunun bilimsel, nesnel, maddeci analizini engelliyor ya da en hafif ifadeyle, sığlaştırıyor; ortaya çıkacak akılcı çözüm umudunu yok ediyor.
Gözü kapalı postmodernizme teslim olmanın, akılcılıktan vazgeçme gibi bir bedeli olacaktı!.
Şimdi, zora girildiğinde. akılcılık taklidi yapmanın,bir yararı olamıyor ne yazık ki. Davranışlardaki olasılıkları hesaba katarak yapılan karmaşık matematik çözümlemeler bile, pratikte işe yaramıyor
Sözün kısası, çözümsüzlükten çözüm beklemekteyiz.
Adeta Godot'yu bekler gibiyiz.
Herkesin Godot'su farklı oluyor..
Ama gene de umutluyuz, bilim bu kez de, herzamanki güzel sürprizini yapıp, çoğumuzun beklediği türden bir Godot'yu bulup getirecek. Biraz sabır yeterli.
Peki sonrası….
Sonrasında bizler, başka Godot'ları, yani "gelmeyecek olan başka şeyleri", beklemeye devam edeceğiz.
Ne var ki, virustan değil de kendimizden kaynaklanan "Umursamazlık salgınının bitmesi", bekleyeceğimiz Godot'lar arasında yer almayacak..
Nedenmiş o derseniz.
Yeri geldiğinde bizi hoş tutması için zaten yanımızda hep hazır beklettiğimizden...
derim.
Yorumlar
Yorum Gönder